Sayfalar

30 Aralık 2016 Cuma

Gökdelen

Gökdelen-Tahsin YÜCEL


2073 Türkiyesi, teknoloji hızla ilerlemiş, evlerin yerini yüzlerce katlı gökdelenler, yolda ilerleyen motorlu araçların yerini de kişisel mekikler almıştır. Ülkede eğitimden turizme akla gelebilecek tüm alanlar özelleştirilmiştir.
Ülkenin popüler avukatlarından Can Tezcan'ın ise en büyük derdi, müvekkili Nivyorklu Temel Diker'in gökdelenleri ile anıtına engel teşkil eden bahçeli ev ve sahibidir. Bir yandan da haksız yere tutuklanmış olan arkadaşı. 
Tüm bu problemlerin tek çözümü vardır o da yargının özelleştirilmesi. İlk etapta kulağa çok mantıksız gelse de bu fikri topluma benimsetmek hiç de zor olmayacaktır.
Olaylar her ne kadar 2073 yılında geçse de mevki sahibi insanların olaylara bakış açısı günümüzle büyük oranda uyuşmakta. Zaman zaman okuru karamsarlığa iten kitap, hemen her distopik hikayenin finali gibi umut kıpırtıları ile son bulmakta...
Okumanızı öneririm.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Sevda Dolu Bir Yaz


Füruzan kitaplarıyla tanışmadan önce ne ile karşılaşacağımı biliyordum sanki. Yani ismi bu kadar etkileyici ise yazdıkları daha da etkileyici olmalı diyordum. Ne kadar bilimsel bir yaklaşım :)

Kütüphanelerde ilk aradığım yazarlardan olsa da pek denk gelememiştim, ta ki Doğan Hızlan Kütüphanesi'nde tesadüfen buluncaya kadar. Tesadüf oldu çünkü bilgisayar kayıtlarında görünmüyordu, bu durum hevesimi daha da katladı tabi...

Sevda Dolu Bir Yaz iki bölümden oluşuyor. 
İlk kısımda hikayeyi bir köşkün odalarında koşturan bir ufaklıktan dinliyoruz. Özenle giydirilip, bahçede hazırlanmış özel kahvaltılara oturan, babasını anlata anlata bitiremeyen bir kızdan. Köşkü ve bahçeyi kafanızda o kadar canlandırıyorsunuz ki, hanımeli kokusunu duymak işten bile değil.
Olayların seyri yavaş yavaş değişmeye, ufaklığın kurduğu kule sarsılmaya başlıyor. Ara ara burnumun direği sızlayarak okudum...

İkinci kısımda hikayesi kadar ismini sevdiğim, her okuyuşumda iki kez telaffuz etmekten zevk aldığım Şemsigül Şehrazat Debrecenli'nin öyküsü var. Her ne kadar o isminden nefret edip okul numarasıyla çağrılmayı seçse de kulağa hikaye gibi geliyor ismi. 
Şehrazat'ın okul günleri ile okumaya başlıyor, bir yetişkin olarak vedalaşıyoruz. 

Ben bu konukluğun ortada yaşanan bölümlerini, kuş sesleri, ot hışırtıları, ağustosböceklerinin yazı baskınlaştıran ötmeleriyle çevrelenen korunağımın uzaklığından izledim.
Yüreğim çarpmıyor gibiydi.
O günlerde, dokunaklı bir şarkı bilmeyi ah ne çok istemişimdir.

Bezgin, vaktinden önce yaşlanmış anneler, kışın soğuktan korunmaları için birçok kumaş yığınının, eklenmiş yünlerin oluşturduğu şeylerle üst üste giydirilen hantal görünüşlü nezleli sıska çocuklar, evlerine döner dönmez bağırmaya başlayan babalar, herkes uykuya çekildiğinde gecenin ağırlığını sıklıkla bozan öksürükler. Tan yeri ağarmadan başlayan iniş çıkışlar...
Bir bizden ses çıkmıyordu.

Okul günlerini bir an önce geçsin isteyerek okuyup, deniz aşırı ülkelerden elleri kolları hediye dolu olarak gelen babasını dört gözle bekledim. Yurdanur'un hikayesini kendi arkadaşım gibi dinleyip, derdine ortak olmak istedim.
Ama en çok Kerim Ali Dayı'yı dinlemek istedim. Bana Berrin'i anlatsın, gözlerindeki perde aralansın istedim.

Sevda Dolu Bir Yaz Ankara  Devlet Tiyatrosu tarafından da sahnelenmiş.

Okunacaklar listenize bir Füruzan kitabı eklemelisiniz...

25 Kasım 2016 Cuma

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları


Spoiler içermez..

Renksiz Tsukuru Tazaki istasyon planlaması-inşaatı yapan bir mühendistir. Otuzlu yaşlarında, düzenli bir iş yaşantısı vardır ama özellikle ikili ilişkilerde istikrarı tutturmakta zorlanmaktadır. Bu problemini dayandırdığı gençlik yıllarını sorgularken artık bir adım atması gerektiğine karar ve hac yolculuğu başlar... 
Tsukuru'nun çocukluğu aynı arkadaş grubunda geçmiştir, birbirine bağlı bu beşlide herkesin isminde birer renk ifadesi varken onun ismindeki eksiklik onu 'renksiz' kılmıştır. Üniversite yıllarına kadar devam eden bu arkadaşlık bir anda kesilince Tsukuru olayları anlamlandırmakta zorlanmış, stresten ölümün kıyısına kadar gelmiştir. 
Uzun bir adaptasyon sürecinden sonra kız arkadaşı Sara'nın da desteği ile Renksiz Tsukuru geçmişiyle yüzleşmeye karar verir.

Kitapta günlük yaşama dair ilginç tespitler vardı.

Japonların çoğu gerçekten mutsuz mu değil mi, Tsukuru da pek bilemiyordu. Fakat sabah kalabalığında işe giderken Şincuku İstasyonu'nun merdivenlerinden inen yolcuların, topluca başlarını öne eğiyor olmalarının gerçek nedeni, mutsuz olmalarından ziyade, bastıkları yere dikkat etme endişesidir. Basamak kaçırmamak, ayakkabılarını kaybetmemek için böyle yaparlar. işe gidiş ve dönüş yoğunluğunda devasa istasyonlarda bu çok önemli bir ödevdir...
Zaten koyu renklerde palto giymiş, başlarını öne eğerek yürümekte olan insanlar çoğu durumda  mutluymuş gibi durmaz. Elbette, her sabah ayakkabısını yitirme endişesi yaşamadan işe gidemeyen bir toplumu mutsuz olarak nitelendirmek de, teorik açıdan yeterince olasıdır gerçi.

"Yaratıcı Gelişim Semineri"
"Adı yeni bir şeymiş gibi bir izlenim yaratıyor ama temelde kişisel gelişim seminerlerinden pek farklı değil" dedi Sara. "Kısaca profesyonel hayat savaşçılarını yetiştirmek için hızlı ve kolayca beyin yıkama kursu. Kutsal kitap yerine eğitim kitapçığı, aydınlanma ya da cennet yerine kariyer ve yüksek yıllık gelir vaadi.Pragmatizm çağının yeni dini."...

Okuduğum diğer Murakami kitaplarına göre hikayeye ısınma sürem biraz daha uzundu. İlerleyen süreç daha akıcıydı. Ama sanki finalde bir adım eksikmiş gibi geldi...Okuyanlar, sizce?

23 Kasım 2016 Çarşamba

Ölü Kelebeklerin Dansı


Düşünde kendini bir kelebek olana gören biri, bir kez uyandıktan sonra bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendisini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz...

Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiç bir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
Hikayeyi 22 yaşında bir posta görevlisi olan Haldun'dan dinliyoruz, ölümünün on altıncı gününde yazmaya karar veriyor. Hem bir ölü olma sürecini kabullenişine hem de nasıl/kim tarafından öldürüldüğünü araştırma sürecine tanıklık ediyoruz.

Haldun'un yeni yaşantısına -ölü olarak tabi- alışmasına Doktor Sametyan yardımcı oluyor...

Öldükten sonra ilk bir kaç günde nasıl bir yerde olduğunu kavrayamıyor insan. Aptallaşıyor, alık alık çevresine bakınıyor, neler olup bittiğini anlamak için harcadığı tüm çabalar boşa çıkıyor. Bu şokun etkisinin adamına göre değiştiğini öğrendim Doktor'dan. Benimki bir hafta sürdü.

Bir de özel ölüm şoku var. Gerçekten özel! Ölüm anını unutuyorsunuz; nasıl öldüğünüz, ölürken neler hissettiğiniz aklınızdan siliniyor. Normal bir ölü için pek bir anlam taşımıyor bu şok, ama benim gibi bir ölüyseniz, bir cinayete kurban gitmişseniz, o zaman düşünceleriniz alt üst oluyor işte. Öel ölüm şokunun nasıl atlatılabileceğini henüz ben de bilmiyorum. Doktor Sametyan bu konuda bir şeyler biliyor, ama sanırım söylemek istemiyor o da...Dediği yalnızca şu;

"Bir düş gördüğünde her şeyi anlayacaksın."

İyi de nasıl düş göreceğim? Biz ölüler düş görmüyoruz ki!

Doktor'la ilk karşılaştığımda, yaşarken hiç olmadığım kadar huzursuzdum. Kendimi, sonradan diskotek haline getirilmiş bir huzur evinin tavan arasında unutulan yaşlı bir adam gibi hissediyorum. Korkuyordum, özgürce hareket edemiyordum.



Kitapta Hüsnü Arkan'a has o naifliği aramamak lazım, oldukça farklı bir tarzı var. Bende bir Murakami kitabı okuyormuşum hissi uyandırdı. Kitabı okuyan pek çok kişinin tavsiyesine ben de katılıyorum; güzel kitap ama Hüsnü Arkan'la tanışmak için ideal olmayabilir. İdeali için önerim.



14 Kasım 2016 Pazartesi

Son Zamanlarda Okuduklarım

En son yazının üzerinden neredeyse iki ay geçmiş...
Bir ara Eylülde okuduklarımı yazmalıyım derken Kasım gelmiş. En iyisi hepsini 'son dönemler' adı altında toparlamak sanırım.



 Antalya'ya Napoli Romanlarının ilk kitabıyla  gelmiştim. Umduğum okuma coşkusunu oluşturamasa da beklemedeydim.



İkinci kitap nispeten akıcıydı, Lina ve Lenu ile birlikte çalkantılı bir döneme şahit olmuştum.



Üçüncü kitapta en çok kendime 'ben olsam ne yapardım?' diye sorarken buldum. Bana arkadaşlık kavramını bolca sorgulattı bu  kitap.
1,2,3 ve sırada dördüncü olmalı di mi? Olamadı, sırasını kaptırdı:)


Evimize en yakın kütüphane olan Doğan Hızlan Kütüphanesinin keşfiyle evdeki kitaplarla arama mesafe koyup, gözüm dışarda pardon raflarda dolanmaya başladım ;)


İlk etapta aldığım kitaplar bunlar oldu. Yekta Kopan ve Sema Kaygusuz'u severek okuyacağımın bilincinde, Ursula K. Le Guin'i hala okumamış olmanın  mahçupiyetiyle, Şibumi'yi aklımdaki okunacaklar listesinden, Boşluk'u  da  kapağına kanıp aldım.


Şibumi içerdiği felsefesi ve ilginç hikayesi ile okuru kendisine tek hamlede bağlayabilen bir kitap. İlk sayfalarda kitaptan şüphe duyduğumu itiraf etmeliyim ama akabinde elimden bırakmakta zorlandım. Evet o kadar methedilmesi boşuna değilmiş.


Daha önce Yekta Kopan kitabı okudunuz mu? Okuyan şanslı gruptansanız bu kitapta da aynı okuma zevkine varacaksınız. Okumadınız mı? Büyük kayıp...


Sema Kaygusuz okumak her  zaman her koşulda çok keyifli ve etkileyici.
Bu kitapla incir ağaçlarına farklı biz gözle bakmaya, sıkıntılı anlarınızda Hızır'ı bekleyecek ve henüz ayak basmadığınız köyünüzü özleyeceksiniz...


Okuduğum ilk Ursul K. Le  Guin kitabı. Farklı bir dili vardı.
Dünyaya orman denir çünkü insanlar tarafından 'medeniyet' getirilen orman yerli halk için aynı zamanda dünyayı ifade etmektedir. Distopik bir kitap mı tam olarak kestiremesem de hikayesinin ve işlenişinin Avatar ile çok örtüştüğü bir gerçek...


Ödülü bir kitap oluşuna kapılıp, okumaya çalışıp çalışıp çalışıp okuyamadığım kitabım Boşluk. Benim için bir boşluktan ibaret. Halbuki ne Frida hayalleri kurmuştum....


İkinci kütüphane turuyla gelenler.
Murakami kitaplarını gördüm mü sevinçle atıyorum sepete çünkü rafta denk getirmek zor.
Enver Aysever sevdiğim televizyon programcılarından, kitapları ile tanışmak bugüne kısmetmiş.
Hüsnü Arkan'ı severek dinler, severek okurum.
Fakir Baykurt'un dilinden köy hikayeleri dinlemek, özünü unutmamak için gerekli. Karakterler ise alabildiğine tanıdık.
Kenize Mourad'ı Saraydan Sürgüne ile tanımıştım. Bu tanışıklığı pekiştirmekte fayda var :)


Morsay Yaylası'nda başlayan bir arkeolojik kazı, yaylacı halk ile kazı ekibi arasında yaşananlar üzerine bir kitap. Kitabı 'kahrolsun bürokrasi' diyerek kapacağınız garanti...

(Kitap benim, fotoğraf emanet :) )
Enver Aysever okumak güzeldi. Kitap farklı karakterlerin hikayeleri üzerinden ilerliyor, ortak noktaları ise tiyatro. Anlatım şekli etkileyiciydi, bazı tanımlar ise akılda yer edici;

Rakı kadehleri nasıl yaşamın vazgeçilmez bir parçasına dönüşür anlamam. Sanki onsuz söyleşiler keyifsizleşir, insan sahtelerinden arınamaz gibidir. Tuhaf bir işlevi vardır.Konuşmayı sıcaklaştırır, derinleştirir. Sıvı psikolog da diyebiliriz onun için...


Ve Sineklerin Tanrısı. Uzun zamandır sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Bir yolculuk öncesi attım çantama, yarıladım kitabı ama kütüphane kitaplarıyla paralel okuduğum için henüz bitemedi.


Hüsnü Arkan'ın kitabı ise oldukça farklı ilerliyor, bir Saramago havası  estirdi bana. Bakalım sonuç nasıl olacak...

17 Eylül 2016 Cumartesi

Antalya'dan Merhaba

Antalya'dan merhaba :)
Eşyaların tamamını yerleştirmiş, kolilerin hepsini açmış olsak da henüz ayaklarımı uzatıp oturabilme fırsatım olmadı. Haliyle 'taşındık' yazısı gelmedi gelemedi.


Son bir kaç işim kaldı, onları da halledersem uzun uzun yazacağım inşallah...

26 Ağustos 2016 Cuma

Taşınma Hazırlıkları

Atama yazım nihayet geldi. Biz de tarih içeren planlar yapmaya ve ardından uygulamaya geçtik.
Ev konusunda internetten epeyce araştırma yapmıştık zaten. Elimizde pek somut alternatif kalmasa da evlere ve semtlere göre az çok fikir sahibi olduk. Bu hafta sonu eve karar verip kiralayacağız inşallah.
Evde ise hazırlıklar tam gaz, aslında daha çok tepe taklak. Oda oda ilerlemeye ve tasnif yaparak toplanmaya dikkat etsem de işler pek düşündüğüm kadar kolay olmuyor. Haftasonu Duru'nun hastalığı ve devam eden mızmızlığı oldukça zamanımı alıyor.

 Kolileri yerleştirip arkamı döndüğüm anda oyun kurucular ortaya çıkıp her yeri evcilik alanına çeviriyor...

Kitapları sıralayıp kolilemeye çalışırken bir kısmının tekrar kitaplığa dizilmiş olduğunu fark ediyoruz :)


Etrafta gördüğüm her şeyi zihnimde kolileyip bantlıyorum artık :)

Birkaç da iç açıcı fotoğraf ekler kaçarım...




CKK çantamı yedekledim :))

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Tatil, Bekleyiş vs

Tam da tatil hazırlığı yaparken izinler durdurulmuştu. Çocukların tüm hevesi kaçmış, ben de bir kenara ayırdığım mayoları dolabın derinliklerine kaldırmıştım. Geçen hafta izinlerin açılmasıyla bende bir ipten boşanma hali hasıl oldu :) Yarım saat içinde eşimi tatile, müdürü izine, diyetisyeni yeni bir listeye ikna ettim...Devamındaki 3-4 saat sonunda bu tatil denen şeyin ne kadar yorucu bir şey olduğunu hatırlamıştım, yorgun ama mutluydum...

Komşuma göre biz kazana düşmüştük, tatil neyimizeydi :))
İptal ettiğimiz tatili güncelleyerek yola çıktık. Az molalı, çok müzikli üç saatlik yolculuk sonunda Manavgat'a ulaştık. Mecburi bir Migros molasından sonra istikamet Belek, az kaldı Duru uyuma :)

 Gerisi bol sulu bir tatil işte...


 Diğer annelerin tatil formatı nasıl oluyor bilemiyorum ama bizde süreç; kahvaltı ve hevesli birkaç havuz saati, 'biz acıkmadık ama Duru uykudan önce birşeyler yemeli' saati, 'anne beni uyut' halleri, 'Duru uyurken ben kitap okuyacağım, başınızın çaresine bakın' dakikaları, bir gölgeye sığınma-bu şezlong neden bu kadar sert acaba düşüncesi, azıcık okuma, Eylül'ün on-yüz-bininci kez yanıma gelip birşeyler sorması, Duru'nun uyanması, birlikte havuz faslı, beni annem tutsun halleri, tepeden tırnağa dondurmaya bulanma, havuzdan sıkılıp etrafı keşfetme, mini clupta oyun ve boyama, tekrar çocuk havuzu, altıdan sonra odada duş faslı, park-yemek-tekrar park saati, mini diskoda zıplama zamanı, çay-kahve isteği tavan yapmış annenin bebelerinin uykusunun gelmesi, çocukların yatağa serilmesiyle 'tatili' başlayan annenin balkon sefası, babadan içecek servisi :)
 


Şu hamaklarla ilgili pek çok hayal kurmuştum ama yatanları sallamak dışında bir şey yapamadım. Dur ben de seni sallayayım diyen bile çıkmadı iyi mi?

Duru'nun miniclup'a ilgi göstermesiyle içimde umut tohumları yeşerdi, acaba anaokulunu düşünsek mi? Antalya'da  bir süre babaannesiyle vakit geçirmesini planlıyoruz, olmazsa okul alternatifi de şurada biryerde dursun...

 Eylül sırf sahneye çıkabilmek  için çanta boyamak istedi, hayhay dedik ama en zor ve detaylı figürü seçmiş olduğunu geç fark ettik. Kendisi  istediği gibi boyasın dedim ama görevli abla illa düzgün olsun, güzel görünsün deyince iş başa düştü. Tatil için gittiğim otelde bana zorla boyama yaptırdılar blog, üç renk verip ten rengi de istediler, buz rengi de!!! Muhtelif uzuvlarımdan ter damlatarak boyadım!!! Eylül Oscar alacakmış gibi mağrur adımlarla çıktı sahneye, çantasını alıp döndü :)
 
Bu da Duru'nun sandalye ile temas ettiği ender akşamlardan. Tatil dediğin bir kaykılma halidir zaten :)

Tatilde Napoli Romanları'na başladım, bu aralar o kadar çok kişi bu seriden bahsetti ki daha fazla erteleyemedim...

Ben tüm bunları anlatırken içinizde 'acaba odalarındaki gece lambası nasıldı?' diye merak edeniniz varsa hizmet ayağınıza geldi, Eylül sizin için fotoğraflamış :) Daha ne acayip fotolar çekmiş de şimdi ekleyip bloğun selametini riske atmayayım...

Duru'sal anlardan birisi... Uykusunu iyi almış olduğu günler tüm danslara 'kendince' eşlik etti, uykusu varsa illa salıncağa binelim diye tutturdu...
 
Her sene olduğu yorgun ama mutlu döndük...
 
NOT: İki çocuklu ikinci tatilimde kendimi biraz daha 'olmuş' gördüm... Çocuklardan birisi kenarda ağlarken ben yemeğimi yiyip çayımı içebildim. Bu çocuk neden böyle yapıyor deyip tatili kendime zehir etmedim, yemeğini yemedi deyip dertlenmedim....Artık annelik olgunluğu mu yaşlılık belirtisi mi bilemeyeceğim :)
 
 
İşin bekleyiş kısmı da anlaşılacağı üzere devam ediyor. Taşınma süreciyle ilgili attığım tek adım Marie Kondo kitabı almak oldu, e işin çoğunu halletmiş sayılırım di mi :)))

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bugünlerde

Pazartesi yazılan bir 'bugünlerde' postundan pek pozitif çıkarımlar beklememek gerek di mi?
 
Şimdi şöyle yeşilli mavili fotoğraflar ekleyip gözümüzü gönlümüzü açar, üst üste izlediğim filmlerden, yaptığımız kahve keyfinden görseller paylaşırdım ama malum teknoloji detoksundayım.
Çok afilli bir bahane oldu di mi? Ama işin aslı bir ay önce denize düşürdüğüm telefonumun yerine yenisinin alınmamış olması, halen kullanmak zorunda kaldığım 'alet'in de hesap  makinesi kadar teknolojik oluşu. Haa detoks kısmının  doğruluk payı da yok değil; Ramazandan bu yana ödem atabilmek için suyunu içmediğim ot-çöp-püskül vs nebatat kalmadı.

Beni gözünüzde üç aşağı beş yukarı şu şekilde canlandırabilirsiniz. Ruhen daha çok benziyorum tabi...
 
Yılan hikayesine dönen tayin işimizde hiç bir ilerleme kaydedebilmiş değiliz. İnternetten ev ilanlarına bakmak ve beğendiğim evlerin birkaç gün içerisinde tutulmuş olmasına üzülmek esas vazifem. Karton koli tedariği konusunda eşimi taciz etmek de günlük rutinlerim arasında. Dün sonunda birkaç koli getirmiş, hem de tabanı açık olanlardan, sağolsun!!
 
Eşyaların bir kısmını annemlerin depoya bırakacağım, şimdilik herşeyi kafamda kolileyip bir kenara ayırıyorum. Fiziken yorulmayı yeğlerdim.
 
Bahaneyle ev detoksu da yapacağım (detoksa takmışım şimdi fark ettim), işe oyuncaklardan başlamalı, yaş grubuna göre ayırmalı, büyük bir kısmını da dağıtmalıyım. İşin en zor kısmı da bunları kızlara çaktırmadan yapmak olacak. Off ki ne offf!!!
 
Bu sene ilk kez kendim için tatil planı yapmıştım, ailecek tatilin üstüne bir kaç gün de çocuksuz dinlenecektim. Geçen hafta ellerim titreyerek onu da iptal ettirdim. Artık tatil hayalim de yok, ne kadar hafifledim bilemezsiniz.

İşin içinde küçük bir belirsizlik olmasından rahatsız olurken şimdilerde önümdeki 1-2 ay bir imzanın ucunda ve flu ...


Duru ile 'terrible two' dönemine hızlı bir giriş yaptık, Eylül de sağolsun boş durmayıp kendince 'horrible seven' dönemi icat etmiş, uygulamada. Evde atacağım her adım için 'atmaaa' diye ağlayan bir bebe, 'Duru ağlıyorsa ben de ağlarım' diyen bir abla, başında hunisiyle bir anne var. Kadrodaki eksik mi var? Hiç fark etmemiştim...

Son bir ayda 5-6 tane kitaba başladım, ikisini bitirebildim, bir ikisinin de hangileri olduğunu unuttum. Anlayacağınız üst üste harika seçimler yapmışım :)

Hunimi çıkarıp hepinizi selamlıyorum.

29 Temmuz 2016 Cuma

GÖZ (CARRIE)


Kitaplarla özellikle de gerilim kitaplarıyla ilgili olup henüz Stephen King okumamış bir 'okur' düşünün. Yazarın bir sürü fanatiği, çeşit çeşit kitabı olsun ama o 'okur'un kütüphanesinde bir tane bile S.King kitabı olmasın (tamam bir tane varmış da hala okuyamamış onu)...
Evet eshefle kınama faslını geçersek okuduğum bu ilk King kitabından bahsedeyim biraz.
Bir kitaba beklentiyle başlamayı sevmiyorum, ama işte bu beklenti denen şeyin dozunu ayarlayabileceğimiz bir mekanizma da yok, kendiliğinden oluşuveriyor işte. Bu durumda o kitabı okumayı geciktirmek, zihninin biriktirdiklerini unutmasını beklemek en iyisi. Ama bu durum yazar için aynı şekilde işlemiyor, hele de yazarın habire yeni kitabı çıkıyorsa!
 
Göz'ü neye göre seçtiğim belli değil aslında; belki yazarın popüler olduğu ilk  kitabı olduğundan, belki e-kitap okuyucumda elimin altında olduğundan, belki de kanlı kapak resminin vaad ettiği (ve pek bulunamayan) gerilim/heyecan yüzünden...
 
Spoiler içerir..
 
Kitap telekinetik güçlere sahip bir kızı, Carrie'yi ve yaşanan doğa üstü olayları ele alıyor. Annesinin baskıcı dini öğretileri ile büyüyen, okulda da arkadaşları tarafından aşağılanan Carrie'nin spor saatinde başına gelen 'talihsizlik' ile başlayan olaylar, Tommy tarafından mezuniyet balosuna davet edilmesiyle başka bir boyut kazanıyor.
Olaylar hikayenin kahramanları yanında; yapılan araştırmalar, tutanaklar ve şahitlerin gözünden de anlatılarak detaylandırılıyor. Bir bakıma da yaşanılacak olan olaya dair kuvvetli ipuçları veriliyor.
Kitap beni heyecanlandırmadı, meraklandırmadı kısaca sarmadı.
 
Bir sonraki Stephen King kitabını daha hevesle okumayı diliyorum...
 
 

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Tayin

Büyük bir merakla beklediğimiz tayin sonuçları açıklandı. Geçtiğimiz on gün boyunca kah hayal kurduk kah umudumuzu tamamen yitirdik. Son günlerin karmaşasında, tam da izinlerin/tatilin iptal olduğunu öğrendiğimiz saatlerde tayin sonuçları bizim için yeşeren bir umut oldu...

Demre mi Finike mi olur, merkezi herkes yazar bizim şansımız düşük derken Antalya merkez oldu :)

Şimdi yazışmalarla start verip, kolilerle samimi olma, ev/okul seçme, taşınma kısaca 'yenilik' zamanı.


Bekle bizi Beydağları...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

İlk Aşk-John Green


Aklımda yazarın Kağıttan Kentler'ini okumak vardı. Sahafta dolaşırken ciltli bir İlk Aşk gördüm, iç kapak da siyah, eski kütüphane kitapları gibi. En fazla yüksek doz romantizme maruz kalırım dedim.
 
Çıka çıka tatsız tuzsuz bir ergen hatta erken-ergen kitabı çıktı. İçindeki üç beş formülasyon ilginç geldiği için okudum, bir aydan fazla süründü elimde!!!

Uzak durun...

15 Temmuz 2016 Cuma

Çöl Akrebi

Yine bir Osman Aysu kitabı...
Sanki rastgele karşıma çıkıyormuş da ben de mecburen okuyormuşum gibi oldu di mi?
Aslında daha önce okuduğum bu ve şu Aysu kitaplarını düşününce işin içine mutlaka bir zorlayıcı unsur girmiş olmalı diyeceksiniz.
Ramazan ayında elimde yarım ergen kitabımla kalakalınca e-book okuyucumdan azıcık aksiyon dozu yüksek kitap bakmaya başladım. Pek çoğunun soluk benizli kapak fotoğraflarını beğenmeyince bari Osman Aysu okuyayım dedim. Yine kendim ettim kendim buldum yani.

Spoiler içermez...
(Kitabın büyüsünü bozabilecek kadar çok spoiler yazmaya sayfalar yetmez zaten, sürpriz garanti !!!)
 
Hikaye bolca eleman, örgüt, girişim, boş bulunuş, gafil avlanış, fiziksel cazibe içermekte.
Günümüzde geçmediğini kahramanlarımızın hala marketten telefon etmeye gitmesinden anladığım hikaye, günümüzde de cazibesini koruyan silah kaçaklığı üzerine kurulu. Anlatım tarzı çok dolambaçlı ama az bilinmeyenli, hareketli ama vasat, kahramanlar güzel/yakışıklı ama alık...
 
Okuduğum üç kitap sonunda yazarın güzel (ve güzel olduğu 2-3 sayfaya bir tekrar edilmesi gereken) esas kadın ve safça erkek kahraman takıntısı var. Çok güzel, manken gibi olunca sevmiyorum ben, bana Lisbeth Salander'lerle gelin :)
 
Yerli yazarlara öncelik vermek istiyorum ama polisiye/gerilim konusunda Ahmet Ümit kitapları dışında pek heyecanlı kitaplara rastlayamadım. Bu arada Elvada Güzel Vatanım'ı da bitiremedim, beklemede...

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Bayram, Tatil Vs

Ramazan'ı sağ salim bitirdik, ufak çapta bayram çokça yol yaptık döndük.
Bugünlerde atacağımız her adımı erteleyip 'şu tayin işi bi netleşsin' diyoruz. Her iki alternatifte de beni farklı boşluklar bekliyor, kafam karışık. Ve tek kelimeyle 'hayırlısı'...
 
Bayram'ın ilk günlerinde Antalya'daydık ve bayram olduğu belli değildi. Ama normaldi, zaten komşuluk bitmişti, yakında akraba yoktu, sıcaktı, herkes tatildeydi, yayladaydı...
Bayramın son günü Konya'ya geçtik, ilginç yine ortalıkta bayram yoktu...
Duru el öpüldüğünü sadece bir kez gördü, garip garip baktı ve de unuttu gitti.
Bayramda çikolata ve kolonya ikram edildiğini de hafızaya kaydedemedi ama anneannesinin çikolatasının yerini öğrendi...
Bayram öncesi bizi uğurlayan komşumuza 'iyi bayramlar' diyerek bizlere 'konuştuğunuz herşeyi kaydediyorum, ayağınızı denk alın' mesajı verdi :)



Eylülümüzü de aldık döndük...
 
O kadar yer gezip iki fotoğrafla döndüm. Neden? Çünküü daha bir ayını tamamlamayan (yeni)telefonumu denize düşürdüm!!!
 
Sadece alo diyebildiğim bir telefonum var, şarjı hiiç bitmiyor...
 
Tatile kadar iki hafta bolca çalışmalıyım.
Sağlıcakla kalın...
(telefonlarınızı boynunuza asın :) )

24 Haziran 2016 Cuma

Bir Atama Listesi, Bolca Hayal, Azıcık Umut...

Bu yazı bir atama listesinden yola çıkılarak kurulan hayallerden bahsetmektedir. Az da olsa umut içermektedir, bolca da sıcak.

İlk görev yerim/yerimiz Kayseri'ydi. 7 seneye yakın kaldık, Eylül kuzumun doğum yeri aynı zamanda. Mutlu mesut çalışırken bir anda atama listelerinin açıklanmasıyla tayin istedik Beyşehir'e. Maksat ailelerin bulunduğu Konya ve Antalya'ya yakın olsun, hafta sonları üç saatte ayaklar denize girsin, yıllık izinler bayram tatillerinde heba olmasın, bize de zaman kalsın, çocuk(lar) ayağı toprağa değerek büyüsün... Kayseri'den üzgün ve endişeli ayrıldık, bolca 'acaba' getirdik, şimdilerde hemen hepsini 'iyi ki' ye dönüştürmüşüz...

Burada da 6. yıla girdik, yine bir atama listesiyle adım attık.
Antalya'nın listeye girmesiyle fitil ateşlendi. İkisi merkez ilçe diğerleri de Finike ve Demre. Merkezle ilgili aklımızda soru işareti yok ama Finike hele de Demre nasıl olur? Sorarak yol alsak binbir çeşit yorum alacağız, en iyisi gidip görmek.


İki saat içerisinde karar verip yola çıktık. Tabi bu kare yolculuğun en ütopik anlarından, sonrasında kitaptan sıkılanlar, tablet paylaşamayanlar, ikinci tableti sırf bu kavgaların önüne geçmek için almadık mı? neden onu da almadın diye atarlanan anneler, tabletten sıkılanlar, midesi bulananlar, abur cubur isteyenler, molada kuduranlar, tüm çabalarıma rağmen yolun son yirmi dakikasında sızanlar, evde uykuyu dağıtıp ikiye kadar 'men uyumak istemiyomm' diye diretenler...
 
 
Ertesi sabah kızları babaanne ve dedeye bırakıp yola düştük.

 
İstikamet Finike ve Demre...
 
 Ağaçlara ve gölgesine bayıldığım Kumluca. Listede yok ama Finike'ye 15-20 dakika...

Finike
 
 

 
 Kıvrımlı yollar ve ufukta Demre...


 Bu harika deniz de Demre'den. Tayin vs bir yana tatil için çok isabetli bir yer olacağına karar kıldık. Henüz büyük oteller tarafından işgal edilmemiş, denizi tertemiz...


Ve dönüş yolu, her bir koyda minik plajlar...
 
Bu kare de temelli dönüşten :)
 
Bu iki günlük tatil provası sonrasında dün itibariyle tayin tercihlerimi yaptım. Hizmet puanım/puanlarımız az olduğundan şansımız düşük ama hayallerimiz büyük :)
 
Bir de Eylül Antalya'da kalmak istedi, zaten 10 gün sonra tekrar gideceğimiz için tamam dedik. Biraz kendi kendine zaman geçirsin, tek çocuk olduğu dönemlere döndün istedik.
Ev sessizlikten çınlıyor iki gündür, Duru her sabah ablasını uyandırmak için odaya gidip eli boş dönüyor :( Bir hafta kaldı ama uzun bir hafta olacak sanki...
 
Tayin sonuçları Temmuz sonuna doğru netleşecek, hakkımızda hayırlısı olsun...